Psikoterapist Doç.Dr. Cebrail Kısa'dan Sevginin gücü,Aşkın Hayatımızdaki Önemi Üzerine bir Yazı
Herhese umut, sevgi ve enerji dolu musmutlu günler dilerim. Bu güzel günde sevgi ve aşk üzerine mutluluğumuzu perçinkeyecek bir yazı sizlerler paylaşmak istiyorum. Psikoterapist Doç.Dr. Cebrail Kısa'nın sizler için bloğumuzda paylaşmak üzere hazırladığı Aşk üzerine olan bu yazıda hepimizin kendisine bir payda bulacağına inanıyorum. Sizi şimdi Cebrail Bey'in yazısını okumaya davet ediyorum:

Sizlere ve kendime hayat nedir? Aşk nedir? diye bir soru yöneltirsem verilecek cevabın çok yönlü olacağını ve tatmin edici olmayacağını tahmin edebiliyorum. Çünkü bir çoğumuz sanki farklı insanlarmışız ve farklı yaşantılar içindeymişiz gibi bir anlama ve algılama içindeyiz. Hâlbuki aynı genetik kodları taşımamız sebebiyle aynı hayatları yaşadığımıza ve aynı duygular peşinde koştuğumuza inanıyorum. Yer, zaman ve kişiler değişik olsa da aşk gibi bir bağlam, bir genetik kod bizlere bir ötekini arama gibi aynı şeyi, aynı hedefi göstermektedir. Öyleyse hayatı, aşk genetik koduyla bir ötekini arama yolculuğu olarak tanımlamak bize yeni bir bakış açısı getirebilir. Ancak bu şekilde içinde bulunduğumuz dramada kendimizi ve ötekini anlamlandırabiliriz.
İnsan

İnsanoğlu yaradılıştan ya da evrimsel gelişim sürecinden dolayı neşe ve heyecan gibi olumlu duyguların yanı sıra korku, öfke, üzüntü ve utanç gibi olumsuz duygularla hayata başlıyor. Bütün yaşamı boyunca doğumundan ölümüne kadar da süreğen bir şekilde kendisi, öteki ve dünya ile etkileşimsel konumunun belirsizliğinin yarattığı olumsuz bir duygu dalgalanması içinde yaşar. Yaşadığı bu duygu dalgalanmasını düzenleyebilmek için de bütün yaşamı boyunca yakın ilişkilere, nesnelere, kişilere ve kurumlarla etkileşimsel konumlara ihtiyaç duyar. Özellikle de korku ve üzüntü gibi olumsuz duygular insan olarak bizleri bir ötekine; bir öteki kişiye ya da bir öteki nesneye ihtiyaç duyan bir canlı haline getirmektedir. İnsan yalnız başına kendi ayakları üzerinde durabilen ve yalnız başına yaşayabilen bir canlı değildir. Ancak bir ötekiyle tamamlanabilmekte ve yaşayabilmektedir. Bizleri bir ötekine götürüp yatıştıran, bir bilinmez gibi kabul edilen şey ise aşktır.
Aşk
Günümüzde, yaşadığımız hayatın bütün alanlarında ve özellikle de yazılı, görsel ve sosyal medyada aşk üzerine hem psikolojik hem de yaşamı estetize etme anlamında bir ilgi artışı olduğu gözlenmektedir. Neredeyse bütün romanların ve filmlerin konusu, erkek-kadın, insan-doğa, insan-başka bir canlı ya da nesne, vatan ya da ilahi bir aşkı içeriyor.

Nadir de olsa eşcinsel ilişki aşkları da artık işlenebiliyor ve ilgi görüyor. Aşk ilişkisinin ve cinselliğinin olduğu bir öykü hepimizi ilgi ile peşinden sürüklüyor. Yakın ilişkilerimiz ve ilgili konuşmalarımıza şöyle bir dönüp baktığımızda, aşağı yukarı bahsedilen konu içeriklerini neredeyse çoğunlukla aşk oluşturur. Görsel ve yazılı medyada yer alan karakterlerin hepsinin birbiriyle ilişkisinin olduğu, bu ilişkinin aşk bağlamında masumane kabul edilmesine çalışıldığını görmekteyiz. Toplum olarak oldukça rağbet edilen dizilerdeki kaotik ilişki biçimine olan ilgimiz biraz da aşk konusunda ne kadar ham, hayran, ilgili ve aç olduğumuzla da ilgilidir.
İnsan yaratılmış ya da evrimsel varlığı itibariyle bir acziyet içinde doğmakta, yaşamakta ve de acziyet içinde de ölmektedir. Varoluşsal anlamda kendisine eşlik eden ve yaşam yolculuğunda onu canlı, hayatta tutmaya yarayan korku, üzüntü, öfke ve utanç gibi olumsuz duyguları her zaman hissedebiliyor ve zor bir zanaatı öğrenme çabası içindeki bir zanaatçı edasıyla yaşamaya çalışıyor. Bu acziyet durumu yaşamını devam ettirebilmesi için onu bir ötekine, bir öteki nesneye bağımlı olmaya götürmektedir. Bu noktada bizi varoluşsal korku, üzüntü, öfke ve utancın teskinine, yani bir ötekine sığınılacak güvenli bir limana götüren şeyin genetik kodumuz aşk olduğu hep göz ardı ediliyor. Ana kucağını arayan insanın acziyeti ve bağımlılığı, ancak bu şekilde aşk denilen duygusal bağ ile yatışabilir.

Aşk, psikolojik ve nörobiyolojik bir süreç olan, yoğun duygu dalgalanmalarını yaşandığı, duygusal bağlanma ihtiyacının kendisidir. En insani, en sağlıklı ve en duyarlı olduğumuz durumlardan bir tanesidir. Gerçektir ve aklın taa kendisidir. Hayatta kalabilmenin en önemli enstrümanıdır. Canlı, heyecanlı, istekli ve arzulu olabilmenin hammaddesi değil, kendisidir aşk. Aşk, sürekli bir ruh, beden ve öteki etkileşimidir. Zihinde ve bütün bedende hissedilir. Ruh ve bedenin birbirini hissettiği ve yansıttığı önemli zamanlardandır. Neslin devamı yolunda bir ötekine ve cinselliğe götüren psikolojik, sosyal ve nörobiyoljik süreçleri olandır. Sue Johnson’ın da dediği gibi hayatta kalabilmektir aşk. Aşk olmazsa canlı ve heyecanlı kalamazdık. Bir ötekini aramaz bulamazdık. Varoluşsal korkunun, üzüntünün, öfkenin ve utancın girdabında yatışmadan ölürdük. Aşk, osijen gibidir. Bir ötekine götürür, ötekinde yatıştırır. Ötekine bağımlı olma ve onunla yatışabilmenin öyküsüdür.

Günümüzde aşk, aşık olma durumu oldukça farklı anlamlar içermektedir. “Kalp gözü ile sevmek ya da kalple aşık olmak” Belki 20-30 yıl öncesine ait bir söylem olarak kaldı. Amerikalı sanatçı Lynn Miles’ın dediği gibi “Aşk ılık bir rüzgârdır – onu elinizde tutamazsınız” durumu da geçerli değildir. Bu eski ruhsal perspektifin yerini yeni psikolojik ve nörobiyolojik bilimsel kanıtlarla desteklenen yeni bir perspektif aldı. Aşk elle dokunulan ve görülebilen yaşantılar silsilesi olarak kabul edilmektedir. Aşkı söylemleri için halen kalbi kullanmak ya da kalp işareti yapmak romantik bir biçim olmaktan öteye bir anlam taşımıyor artık. Yeni bilgiler aşkın ruh/duygu olmanın yanısıra psikolojik ve nörobiyolojik süreçleri olan ve kalpte değil beyinde işleyen bir süreç olduğunu söylüyor.
Her nerede ve kim/kimler tarafından aşktan bahsedilirse bahsedilsin hemen her zaman “mantık/akıl ve duygu ikilemi” ön plana çıkarılmaktadır. Aklın tamamen mantık ve matematiksel bir şey olduğu ve hiç duygu içermediğine dair inanış son 30 yıldır bir mit olmaktan öteye gidememiştir. Halbuki artık duygunun aklın kendisi olduğu, insanı bir yere götüren motivasyonel gücün duygusal akıl olduğunu biliyoruz. Onun için artık mantık mı ? Duygu mu? İkileminin tarihi rolü bitmiştir. Amigdala ve limbik sistemin hayatımızdaki ağırlığını daha iyi hissetmeye başladık. Ruh ve bedeni ve de etkileşiminden ortaya çıkan aşk ve cinselliği bu duygusal akıl/ruh bakış açısı ile ele almak bu alanda ruh ve beden ikileminde yaşanan aşk ve cinselliği anlamak açısından değerlidir. İnsanlar hissedebiliyor, düşünebiliyor ve davranabiliyor. Bir de bütün bunları gözlemleyebilen ve geribildirim alan bir sistem var. Bilinenin aksine, artık primer olanın hissetmek ve duygu olduğu, duyguyu referans alan bir davranış geliştiği, bilişin ancak sonradan gözlem etkisi ile ortaya çıktığı gerçeğidir.

Sonuç
Yakın ilişkiler kişilerin kendilerini ve ötekileri yatıştırdığı güvenli limanlarıdır. Aile, evlilik ve çift ilişkisi güvenli limanlarımızın en iyi örnekleridir. Evlilik ve çift ilişkisine olan ihtiyaç aslında bu birincil olumsuz duyguların yatışma ihtiyacından doğuyor. İnsan ancak bir ötekiyle yatışıp hayata devam edebiliyor. Aşk yakın ilişkiler bağlamının en yoğun yaşandığı bir duygu yoğunlaşmasıdır.
Hayatta var olabilmenin/kalabilmenin bir yoludur aşk ve yakın ilişkiler. Bir ötekiyle güvenli bağlanmak, kabul görmek/onaylanmak ve sevmek/sevilmek bu ilişkileri pekiştiren temel duygusal bağlardır. İlişkilerdeki sadakat ve güven bu duygusal bağlar üzerinden sağlanır. İlişkide güvenli duygusal bağların gelişmesi öfke, korku, utanç ve üzüntü gibi olumsuz duygular yerine neşe ve heyecan gibi olumlu duyguların hakim olmasına yol açar.

Cebrail Bey'in yazdığı bu yazıda hepimizin kaçınılmaz bir şekilde, insani duygularımızın gereği olarak hissetiğimiz aşk kavramı üzerine bir analizi okuduk. Cebrail Bey'in de dikkat çektiği üzere ruhumuzu en ciddi şeilde beenimizde hissetiğimiz anların en çok yaşanmasına sebep olan aşk kavramı bizi biz yapan kavramların başında geliyor bence de. Umuyorum ki bu yazıda içinizde bir tebessüm oluşutmuştur ve bu yazı için Cebrail Bey'e teşekürlerimi sunarım. . Hepinize sevgi dolu günler dilerim...